11 Mart 2015 Çarşamba

Swastika Geceleri (Katharine Burdekin)

Distopya romanlarını çok severim, kült olan bütün distopya romanlarını da okumuşumdur, favorim ise tabi ki 1984 tür. 1984 te beni en çok etkileyen şey kitap 1940 lı yıllarda (1948 galiba) yazılmış olmasına rağmen, okurken günümüz ile bağlantı kurabileceğiniz birçok noktanın olmasıydı. Kim bilir, belki de farkında olmadan, gerçek hayatta da yavaş yavaş bir distopyanın içine çekiliyoruzdur.
Swastika Geceleri, takip ettiğim bir edebiyat dergisinde karşıma çıktı ilk. Distopya romanı olduğu için ilgimi hemen çekti, ancak bir kadın olarak konusu oldukça rahatsızlık vericiydi, bu yüzden okuyup okumamakta tereddüt ettim. 

Kitabımız feminist bir distopya romanı. Ön sözden alıntı yapmak gerekirse; “…Burdekin Hitlerci milenyumun yedinci yüzyıldaki Almanya ve İngiltere’sini tasavvur eder. Dünya iki statik küreye ayrılmıştır, Nazi İmparatorluğu ve aynı derecede askeri bir yönetim olan Japon İmparatorluğu. Nazi İmparatorluğu’nda Hitler’e Tanrı olarak tapılmakta ve onun Gök Gürültüsü Tanrısı olan babasının kafasından infilak ederek oluştuğuna inanılmaktadır. Böylece o, kadınlarla girilen pis ilişkilerle kirlenmemiştir. Kadınların hayvanlar gibi bilgisizlik ve kayıtsızlık durumuna sürüklendiği, “Kadınların İndirgenmesi” süreci yaşanmış, kadınlar sadece üreme fonksiyonları sebebiyle bulundurulmuştur. Geçmişe ait bütün kitaplar, kayıtlar, hatta anıtlar bile resmi “Nazi” gerçekliliğini tek ihtimal haline getirmek için yok edilmiştir… Kadınlar ayrılmış bölgelerde kafeslerde tutulmaktadır…”
Romanımızın 3 önemli karakteri var. Bunlar; saf, Hitler ve onun öğretilerine sorgusuz sualsiz bağlı bir Nazi çiftçisi, Hitlerin Tanrı olduğuna inanmayan ve bu imparatorlukla ilgili ciddi şüpheleri olan bir İngiliz teknisyen Alfred (İngiltere’de Hitler İmparatorluğunun bir parçası) ve imparatorlukla ilgili kimsenin bilmediği bir çok sırra sahip Şövalye. Kahramanlarımızdan Alfred hac ziyareti için geldiği Almanya’da eski dostu Herman’ı da ziyaret ediyor.  Herman ise bir Şövalyenin çiftliğinde çiftçi olarak çalışmakta. Bu sırada Alfred, diğer Nazilerden ve Şövalyelerden farklı olan Von Hess ile tanışıyor ve kimsenin bilmediği büyük sırra Herman ile birlikte ortak oluyor. Von Hess in elinde atalarından kalma belki imparatorlukta bulunup yakılmayan tek kitap olan çok önemli bir eser var. Ve bu kitap, Hitler İmparatorluğunda insanlara dayatılan sözde gerçekler yerine, hakikati anlatmakta. Roman, çoğunlukla bu karakterlerimiz arasında geçen diyaloglardan oluşuyor. Bizde bu İmparatorluğun nasıl bir yer olduğunu, nasıl kurulduğunu, kadınların nasıl bu hale geldiğini vs. bu diyaloglardan ve Von Hess’in atalarından miras kalan bu gizli kitaptan yapılan alıntılardan öğreniyoruz. Ön sözden de alıntı yaptığım gibi; burası tamamen erkek egemen bir dünya. Kadınların zeki bir köpek kadar bile değeri yok ve sadece üreme fonksiyonları yüzünden yaşamalarına izin veriliyor. Geçmişe dair kitap, resim vs. herşey yok edilmiş. İnsanlar yüzyıllardır kendilerine dayatılan şeylere inandırılmışlar, sorgusuz sualsiz Hitlerin tanrı olduğunu ve onun öğretilerini kabul ediyorlar.
Açıkçası okuması çok kolay olan bir roman değil. Çünkü yazar kurguladığı bu korkunç dünyayı, burada yaşayan ve tüm bu insanın mantığının yada vicdanın almayacağı şeyleri kanıksayan karakterlerinin diyalogları ile anlatıyor. Dolayısıyla zaman zaman ifade edileni anlamakta güçlük çekebiliyorsunuz. (Alfred’in kitaptaki gerçekleri anlamakta zorluk çekmesi gibi). Ancak ön sözü okumak kesinlikle kitabı anlamada bana çok yardımcı oldu, bu kısmı kesinlikle atlamamanızı öneririm.
Ayrıca zaman zaman kurgudan tatmin olmadığım yerler oldu.  Örneğin, Şövalyenin, İmparatorlukla ilgili gerçekleri barındıran tek kitabı ve sırlarını paylaşmak için Alfred’i seçmesi gibi. Bir insanın gözündeki ışıktan onun farklı olduğunun düşünülüp ona güvenilmesi ve bir günde bütün İmparatorluğun sırrının onunla paylaşılması, mantıksal olarak hiçte tatmin edici bir kurgu değil. Ancak, bir bütün olarak kitabı ele aldığınızda bunları göz ardı etmeniz o kadar da zor olmuyor.

Kısacası bir 1984 olmasa da, sanırım Fahrenheit 451’den daha çok sevdim bu romanı. En azından Fahrenheit’ın aksine, buranın nasıl bir yer olduğu, yada nasıl bu hale geldiği ile ilgili sorunlarınızı cevapsız bırakmıyor. Distopya romanları seviyorsanız, bence okumayı düşünebilirsiniz.

İyi okumalar :)   * * *

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder